13 Nisan 2024 Cumartesi

Suçluluk duygusu üzerine

Uzun zamandır yazmıyorum, siz çekirdek çitleyicileri de uzun zamandır yazı düşmediği için hayal kırıklığına uğramış olmalısınız. Sizi tatmin etmek istemiyorum bugün, çünkü Wilde'in "Sanatçı Olarak Eleştirmen" yazısında yazdıklarını, Nietzche ve Freud'la birleştirerek yorumlayan; bazı "eleştirmenlerin", "neredeyse şarlatan" olarak tanımladıkları ama kendini keyifle okutan Phillips'le tanıştım. Okuduklarımdan, "öz-hakiki sanatçı, çekirdek çitleyenlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere yazmaz. Bunu yaptığı ölçüde zanaatkarlaşır, ya da tacirleşir. Bu da eski sözcüklerle yeni ahlak arayışlarını estetikten uzaklaştırır" anlamını çıkardım. Estetikten uzaklaşmamaya karar vermek istiyorum fakat bu haz arayışının hangi içsel amaca tekabül ettiğini bulmak da verdiğim kararın bir parçası olsun istiyorum.

Kahrolsun Aristo mantığı!Yaşasın paradoksal mantık! Hem zaten... nehir mehir işte, bilgiçlik taslamayayım. 

Bugün canım biraz sıkkın, hayatın kendi akışında tökezlediğim bir zaman-mekan gerçekliği içerisinde, bilincimi ve ellerimi serbest bırakarak onlarla birlikte akmaya karar verdim. Bilinç akışının doğasında yazdığın şeye pek de dikkat etmeme, zihnini serbest bırakma arayışı yatar. Arayışın kendisinin yönlendirilmiş bir pratik olduğuna dikkatim çekiliyor. İnsan pratiklerini yönlendirdikten sonra aklının yol tuttuğu pistlerin sorumluluğundan kurtulabilir mi? Kendi akışına kapılmanın suçluluk duygusuyla bağlantısı, okuduğum kitabın etik ve estetiği birlikte yorumlama çabasının bir etkisinden mi kaynaklanıyor? Fiyakalı laflar etmeyi ve bu fiyakalı lafları kendi içinde tutarlı ilişkilerle bir araya getirmeyi, yazdıktan ya da konuştuktan sonra kendimle gurur duymayı çok özledim. 

"İtaatkar olduğumuzda aslında neyizdir?" sorusu, bölüm sonu canavarı edasıyla kitabın ilk bölümünün son cümlesine pusmuş. Phillips, Wilde'ın düşünce akışında yer alan "dilin yaptığı tuhaf tesir" işaretlemesini, "aşinalığı içinde bizi yabancılaştıran" tuhaf sözcüğünün altını çizerek yorumlamış. Daha önce okuduğum ama yazarı aklıma gelmeyen bir psikanaliz makalesinin başlığını ve ana çizgisini oluşturan "tekinsiz" sözcüğü gibi, tanıdık bir durum içerisinde ussal ya da kanıta dayalı olmayan bir tehdidi keşfetme hissini yeniden yaratıyor bende bu soru. Sorunun varoluş amacına itaat etmek ve onu sormak istiyorum. Cevap verebileceğimdense emin değilim. 

Yeni paragrafa geçme ihtiyacı doğuran bu tıkanıklık, geçtiğimiz ay "her şeyin atölyesi" diyebileceğimiz üç seansı düzenleyen Serhan Kansu'nun beş dakkada beşiktaş hesabı yaptırdığı bilinç akışı etkinliğindeki kafa rahatlığımı yeniden hatırlattı. Bu hissi hatırlayabildiğimi ve yeniden pratik edebildiğimi fark etmekse bende nane ve çikolata birleşiminin yarattığı tatsal şölene gönderme yapma arzusu doğurdu. Yine de keşke etrafında dolanmak ya da başka bir deyişle kaçmak yerine soruya cevap verebilsem. Daha da önemlisi keşke tamamen özgür olduğum bu ortamda, bizzat gündeme getirdiğim bir soruyu cevaplamak yerine kendime bir paragrafçık hoşluk yarattığım için suçluluk duymasam. İtaatkar olmadığımda işte, suçluluk duyabiliyorum. 

İdealize ettiğim ötekilerin ya da üstbenliğimin yasaklarına veya emirlerine itaat etmediğim zaman, ahlaki doğrudan saptığım hissiyle boğuşuyorum. Halbuki kendi belirlemediğim, kendi istediğimle girmediğim fakat rıza gösterdiğim aşikar olan bu yoldan kendi isteğimle çıkıyor olmanın ne gibi bir zararı olabilir? Onaylanmayacak mıyım? Sevilmeyecek miyim? Kendimi mi sevmeyeceğim? Anne bütünleşmesini aramak değil midir bu? Erich Fromm'dan öğrenemediğim şeyler olduğuna işaret etmiyor mu? 

Yine de dengeleme yetisini sağlamlaştırmaya gayret gösterdiğim egomun, öteki'nin düzenlediği yasak ve emirlere itaat etmesiyle,  üstbenliğim tarafından ifade edilen yasak ve emirlere karşı göster(e)(me)diği itaat arasında bir fark olmalı. Her ne kadar süperego da öteki kanalıyla şekillenen bir düzlem olsa da, gündelik hayatımda çevremde tuttuğum ve boyun eğdiğim/çatıştığım öteki, kendine özgü bir buzdağına sahip. Onun davranışlarına yön veren kurallar bütünüyle karşılaştığımda, kendi davranışlarıma yön veren üstbenliğimde tetiklenen ya da bastırılan bir hassasiyetler bütünü aktifleşiyor ve itaat etmediğimde suçluluk duygusuyla karşılaşabiliyorum. 

Bu mekanizmaya sahip olduğum bilgisine yeni kavuşmadım. Birkaç yıldır süregelen analizlerimde öfkemin meşruluğunun ve biraz daha uzun süredir içinde ağzımın suyu akarak yürüşe çıktığım feminist düşüncede de meşru kadın imgesinden kurtularak özgürleşmenin tadına vardım. Kısacası artık çatır çatır kavga ediyorum. Bu cepte. Kendimi kavga etmemi gerektirecek durumlara sokmama noktasında ise henüz başarısızım. Bu cepte filan değil ve canımı sıkıyor. Kavgasını vermem gereken durum paratoneri olarak artık pişmanlık hissecek şekilde "suçlu" değil, ihtisasını yasadışı davranabilmek üzerine tamamlamış bir kriminal gibi hissediyorum. 

Suçluluktan kurtulmak için suçluluğun tanımını değiştirdim sözün özü. Zekiyim. 

Bu farkındalıkla, sayın çitleyiciler, bakışlarınızın yarattığı kapatılma duygusunu önemsemeyerek kendi sürümden ayrılmayı denemek istiyorum. Bu yazı da böyle kapansın. 

Sizi çitliyorum.