Suat Derviş,
Feminist mi Komünist mi?
“Osmanlı kadını” imgesi, Başak Tuğ’un da
belirttiği gibi (2016), sorunlu
bir kategori oluşumudur. Oryantalist bakış açısı saraylı kadını cariyelik ve
harem kurumuyla ilişkilendirirken, bir yandan da modern çekirdek Türk ailesinin
antitezi konumundaki ezilen geleneksel Osmanlı kadını hiçbir politik
duruşu yokmuş gibi tasavvur edilir (s.41). Oysa Avrupa’daki 1. Dalga
feminizm olarak adlandırılan hareketler, son yıllarında da olsa Osmanlı
Devleti’ni de etkilemiştir.
Bu ilk
yılları betimlemek için Deniz Kandiyoti’den erkek feminizmi
tanımlamasını ödünç alabiliriz. Kadın nedir? Kimdir? Toplumdaki yeri nedir ?
gibi sorulara verilen yanıtlar genellikle kadın mahlaslı erkek yazarlardan
gelir. Yine de özellikle dergiler ve dernekler çevresinde bir araya gelen
kadınlar zamanla erkeklerden bağımsız bir hareket ortaya koyabilmiştir. Bunun
en büyük göstergesi Nezihe Muhiddin, Fatma Aliye, Zabel Yasayan gibi figürlerin
çalışmaları, yazıları ve örgütledikleri kadınların sayılarıdır.
Suat
Derviş (1901-1972) de geç Osmanlı – yeni Cumhuriyet dönemi kadın yazarları
arasında yer alır ve geçimini genç yaştan itibaren kalemiyle kazanır. Çok
sayıdaki romanlarının hepsinde kadın karakterlerin kadınlık ve aile sorunlarını
işlerken, çok sevdiği gazetecilik yazılarında değindiği konular ve yaptığı
röportajlar çeşitlenir. Toplumcu gerçekçi bakış açısını hayatının ilk
yıllarında olmasa da ince ince işleyerek derinleştirir. Ölümünde okuyuculara
bıraktığı soruysa Suat Derviş’in feminist mi yoksa komünist mi sayılması
gerektiği olur.
Şüphesiz
ki bu sorunun kaynağında bu iki mücadelenin birbirinden farklı politik
talepleri olduğuna duyulan inanç ve birbirlerini yeteri kadar
besleyememelerinden kaynaklanan bir tepki yatmaktadır. Gerçekten de feminizmin
bazı yorumları, komünizmi kadınların toplumsal ve biyolojik cinsiyetlerinden
doğan sorunları örtbas etmek istemekle suçlarken, komünizm de uzun yıllar
boyunca feminizmi temel sınıf mücadelesini bölmeye çalışan bir burjuva hareketi
olarak tanımlayıp reddetmiştir.
Suat Derviş, bu iki mücadele arasında
taraf seçmiş midir? Bu yazıda, kendisine feminist demekten imtina etmesinin,
kadınların toplumsal yaşamda karşılaştığı sorunlara gözlerini kapatması
anlamına gelmediğini, tam tersine onu feminizm içinde konumlandırdığını
savunacağız. Fakat feminist hareketin kendi içindeki bakış açısı farklılıkları,
Suat Derviş’in feminizminin de tartışmaya açık bir yerde durmasını sağladığını
belirtmeden geçmeyeceğiz.
Öte yandan, komünist duruşun gerektirdiği
sınıfsal duyarlılığının hem edebi hem gazete yazılarında hem de biyografisinden
öğrenebildiğimiz kadarıyla bireysel hayatında büyük yer kaplıyor oluşu, Türkiye
Komünist Partisi’yle ilişkileri ve Sovyetler Birliği hayranlığını açıkça dile
getirmekten kaçınmaması açık ve net bir şekilde Suat Derviş’i komünist
düşüncenin de önemli bir temsilcisi yapmaktadır.
Bu minvalde feminizm-komünizm çatışmasına
değinmek, Suat Derviş’i bu iki mücadeleden birine yerleştirmek isteyen tartışmanın
sebebini daha iyi anlamak için önemli olacaktır. Yazının ilk kısmında buna
değineceğiz. İkinci kısımda Osmanlı-Türk modernleşmesinin kurduğu kadın öznenin
ulus devletleşme sürecinde nereye tekabül ettiğini sorgulayacağız. Son olarak
da Suat Derviş’i kendi hayatından ve çalışmalarından yola çıkarak bu
tartışmalar ve süreç içinde konumlandırmaya çalışacağız.
1.
Feminizmler ve Kadınları
Feminist mücadele, Batı eksenli
yorumlarında üç dalgaya ayrılarak incelenir. Bu bölümlemenin işlevselliği kendi
içinde tartışılsa da feminizm tarihini anlamada yardımcı olmaktadır. Birinci
dalga, 17. Yy. sonlarından itibaren yeşermeye başlayan temel hak talepleri
çevresinde şekillenir. Olympe de Gouges’un 1791 yılında İnsan Hakları
Bildirgesi’nden esinlenerek kaleme aldığı Kadın ve Kadın Vatandaş
Hakları Bildirgesi ve Mary Wollstonecraft’ın aynı yılda yayımlanan Kadın
Haklarının Gerekçelendirilmesi isimli kitabı bu dönemin başlangıcı olarak
kabul edilir.
Oy, mülkiyet, evlilik, eğitim ve çalışma
hakkı gibi hukuk önünde eşitlik talep eden mücadeleler bu dönemde verilmeye
başlanmıştır. Kadınlığın ne olduğuna dair tartışmalar henüz gün yüzüne
çıkmamış, toplumsal olarak nötr kabul edilen ve siyasal hakları tekelinde tutan
erkeklerle eşit derecede vatandaş olma fikri yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.
Bu yüzden bu dönem eşit haklar feminizmi olarak da bilinir.
İkinci dalga feminizminde, kadınların,
kadın oldukları için sahip olmaları gerektiği haklar, doğum kontrol, kürtaj,
cinsel özgürlük gibi konulara değinilerek savunulmuştur. Simone de Beavoir’ın
1949 yılında yayınladığı İkinci Cinsiyet kitabı, bu dönemin miladı
olarak kabul edilebilir. “Kadın doğulmaz, olunur” mottosuyla, kadının ev
içi ve aile yapısındaki konumu, doğurganlığı aracılığıyla bedeni üzerinde
kurulan tahakküm ve ahlak yasalarıyla sınırlandırılmış cinsel özgürlüğü, yine
bu dönemde tartışmaya açılır.
Her şeye rağmen bu döneme damgasını vuran
batı feminizmi kendi içinde çok seslidir. Marie-Jo Bonnet, Fransız feminizminin
dönüm noktalarından olan MLF hareketini anlattığı kitabında (Bonnet, 2018),
dünyada ses uyandıran bu tekil hareketin bile kendi içinde nasıl
farklılaştığını anlatır. Bu farklılıklar hem üçüncü dalga olarak işaretlenen
dönemi belirleyecek, hem de feminizm algısının çok sesli dağılımının yolunu
açacaktır.
Gerçekten de MLF içerisinde kendilerini
“Devrimci Feministler”, “Kızıl Lezbiyenler” olarak adlandıran grupların yanında
“Homoseksüel Devrimci Hareket Cephesi”, “Psikanaliz ve Politika”, “Spiral
Cadıları”, “Feminizm ve Ekoloji” gibi oluşumlar da bulunur.
Devrimci
Feministler patriyarkanın Marksist analiziyle kapitalizmin feminist analizini
birleştirmeyi hedefler. Homoseksüel Devrimci Hareket Cephesi, kadın emeğini
sömüren ataerkil sistemin kendilerini de ezdiğini söyleyen, daha çok homoseksüel
erkeklerden oluşmuş bir grup olarak MLF’i destekler. Kızıl Lezbiyenler, FHAR’ın
MLF’le organik bağını sağlayan ve “lezbiyenler kadın değildir” diyen Monique
Wittig etrafında birleşen kadınlardan oluşur, ki bu söylem ve Monique Wittig’in
yazdıkları 3. Dalga feminizmine de alan hazırlayacaktır. Feminizm ve Ekoloji
grubu Türkiye’de henüz tanınmayan ve Ekofeminizm kavramıın yaratıcısı olan
Françoise d’Eaubonne tarafından kurulmuştur. Psikanaliz ve Politika grubu
Antoinette Fouque etrafında birleşmiş, annelik, psişik kadınlık gibi kavramlar
üzerinden akademik çalışmaları derinleştirmeyi amaçlamıştır. Spiral Cadıları
ise kadınlığın mistik boyutuna erişmek ve güçlendirmek, mücadeleyi buradan
temellendirmek gerektiği düşüncesine kapı açmıştır. Burada değinemeyeceğimiz
daha birçok bakış açısı, feminizm kavramını bugüne getiren görüşlerin ne kadar
çeşitli olduğunu gösterir ki henüz üçüncü dalga feminizmi ortaya çıkmamıştır.
Geç
Osmanlı, erken Cumhuriyet dönemi Türkiye feminizmini anlamak için yukarıdaki
bakış açılarının yorumlarına başvurmak kronoloji hatasına düşmek gibi
görünebilir ama bir düşüncenin henüz kuramsallaşmamış olması, o düşüncenin
yaygın olmadığı anlamına gelmez. Bu minvalde, Suat Derviş’in yaşadığı dönemin
kadın tahayyüllerini anlamak için Devrimci Feministler ve Kızıl Lezbiyenler’i
ortaklaştıran materyalist feminizm ile yine Kızıl Lezbiyenler ve Psikanaliz ve
Politika gruplarını ortaklaştıran ayrılıkçı -différentialiste- feminizm
akımlarını ve bu kesişim/ayrışma noktalarını daha yakından tanımak gerekiyor.
Materyalist
feminizm akımı, özellikle Christine Delphy’nin Baş Düşman (1998) isimli
çok ses getiren kitabında kendisini gösterir. Delphy bu kitabında, kapitalizmin
geleneksel çekirdek aile üzerinden yeniden üretiminin kökeninin kadın emeğinin
ev içi sömürüsünden geçtiğini ortaya koyar. Bu düşünce akımı, kadınlık
olgusunun, ataerkil kapitalist sistem tarafından nasıl şekillendirildiğini,
bunu yaparken ne tür tahakküm yöntemleri icat edildiğini tartışır.
Monique
Wittig’in “lezbiyenler kadın değildir” söylemi, tam olarak bu noktada,
kendilerine dayatılan heteronormatif kadınlık algısını kırarak hayatlarını ve
mücadelelerini diğer kadınlarla ortaklaştırmayı seçen ve bu yolla erkek egemen
düzenden kurtulmayı hedefleyen lezbiyen kadınların, verili “kadınlık”
kavramının dışında kalacağını iddia eder. Böylece, doğulmayan ama olunan
kadınlığın, ezilen sınıf konumuna sıkıştırılmasını reddederken lezbiyanizmi
politik bir yöntem olarak da konumlandırır.
Monique
Wittig gibi materyalist bir feministi Antoinette Fouque gibi ayrılıkçı bir
feministle ortaklaştıran şey, ikisinin de kendi tanımlarıyla kurdukları kadını,
erkeğin karşısında tutmalarıdır. Onları ayrıştıran ise kadınlık
tanımlarındaki oluşum sürecinde yatar. Wittig ikili cinsiyet sistemi ve
dolayısıyla kadınlığın toplumsal inşasını aydınlatırken, Freud, Lacan gibi
psikanalizcilerin ekolünden gelen Fouque kadınlığın biyolojik cinsiyet
temeliyle ilişkisini savunur ve anneliğin kadın kimliğindeki kurucu rolünü
araştırır.
Fransız
Feminizmi olarak adlandırılan bu tartışmalar, 1990’lara gelindiğinde Amerika
özelinde ortaya çıkan, gelişen üçüncü dalga feminizmine yansımıştır. Judith
Butler’ın önünü açtığı queer akımı, Wittig’den etkilenerek verili
toplumsal cinsiyet monopolünün yıkılabileceğini ve şayet çoğaltılabiliyorsa
çok-kimlikliliğin hiç-kimlikliliğe yol açması gerektiğini savunur ve ikili
kadınlık-erkeklik sisteminin ve heteroseksüelliği normal kabul eden
heteronormatif düzenin ilgasını talep eder. Böylece feminizmin öznesi “kadın”, baş
düşman da “erkek” olmaktan çıkar ve toplumsal cinsiyet norm
sisteminin kendisi hedeflenir.
Türkiye
özelinde feminizm, Birinci dalgayı eş zamanlı olarak özümsemişse de ikinci
dalga tartışmaları Batıda olduğu gibi İkinci Paylaşım Savaşlarından sonra
değil, 1980’lerden itibaren yerleşmiştir. Bu gecikmenin en büyük sebepleri
Türkiye siyasi tarihinde yatar. 1960-70’lerin sağ-sol polarizasyonu ve bu
bölünmenin şiddeti, faşizme karşı kenetlenen sol cepheyi feminizmi liberal
burjuva hareketi olarak görmeye itmiştir. 1930-1980 arası dönemin sosyalizmin
erkek yüzyılı olarak da bilinmesi de bu yüzdendir.
1980
yıllarından itibaren Gülnur Savran, Nesrin Tuna gibi kadın sorunsalının
kapitalizme içkin olduğunu ortaya koymaya çalışan sosyalist feministler,
feminizmi devrimci ideolojiye dahil etmeye çalışmışlardır. Yine de “büyük
mücadeleyi” bölmeye çalışmakla itham edilen, en iyi ihtimalle analıktan
bacılığa terfi edilen kadınlar, feminizmin burjuva uğraşı olmadığını kanıtlamak
zorunda kalmıştır.
Nitekim
devrimci mücadelenin gerektirdiği merkezi disiplin ve kapitalizmin sızdığı
bireysel yaşam kodlarını özeleştiri merceğine sokma zorunluluğu, Christine
Delphy gibi materyalist feministlerin işaret ettiği patriyarkal-kapitalist
sömürü mekanizmalarının bizzat feminist kadınlar tarafından aydınlatılmasını
gerektirir. Nasıl ki toplumsal cinsiyet mücadelesi çerçevesinde ayrıcalıklı
konumda olan erkeklerin onları bu noktaya ulaştıran yapısal faktörlerle
kurdukları ilişkiyi feminist mücadeleyi ciddiye alarak özeleştiri yoluyla fark
etmesi ve buna karşı mücadele etmesi beklenebilirse, toplumun altyapısını
oluşturan sınıfsal mücadele çerçevesinde ayrıcalıklı konumda bulunan kadınların
da aynı patriyarkal-kapitalist mekanizmayı ve kendilerini ayrıcalıklı konumlara
getiren faktörleri ifşa etmeleri ve bunlara karşı savaşmaları gerekir.
Üçüncü
dalga feminizmin Türkiye’ye ulaşmasıyla, post-modernizmden beslenen kimlik
mücadeleleri ve bu mücadelelerin kapitalizmin genişleyebildiği tüketim alanları
haline gelmesi, pink-washing gibi olguların ortaya çıkmasına sebep olmuş,
gökkuşağı ya da mor renkli tüketim ürünlerini aktivist kimliğin toplumsal
olarak tanınmasını kolaylaştıran işaretlere dönüştürmüştür. Sınırsız özgürlük
ideali, ulus-ötesi burjuva sınıfının küresel olarak örgütlediği emek
piyasasının ayrıcalıklı konumunda yer alabilen “vicdan” sahibi aktivistleri
sosyal medyada bir araya getirmiş ve birbirlerinin ürettikleri “sistem
eleştirisi” söylemlerini tekrarlayarak mücadele edebilecekleri fikrini
yerleştirmiştir. Kamusal alanda güçlenen, emek piyasasında görece zenginleşen
ve iktidar akışının bir yerinden tutabilen kadınlar ve feminizmleri de modaya
uygun mücadele alanlarını üretim ilişkilerinin ve sınıfsal konumun
belirleyiciliğini yok sayarak sahiplenmiştir.
Şüphesiz
ki bu sonuç ne feminizmi ne de komünizmi karalamak için kullanılamaz. Tersine,
“patriyarkapitalizm” gözden çıkarabildiği her özneyi çiğneyerek, sömürebildiği
her bireyi kendi sömürüsünün gönüllü bir katılımcısı haline getirerek ilerler.
Feminizm mi, komünizm mi sorusunun semptomu olan bu mekanizmaların ifşası,
entelektüel özeleştiri süreçlerinin hareket noktası olarak kabul edilmelidir.
Geç
Osmanlı – erken Cumhuriyet dönemi feminizminden bahsederken bu tartışmaları
akılda tutmak, tarih okuması yaptığımızda konumlandırmaya çalıştığımız -Suat
Derviş gibi- özneleri ne kadar bugünden doğru okuduğumuz konusunda bize uyarıda
bulunmalıdır. Bu uyarılar eşliğinde, bizi ilgilendiren dönemin bağlamına bir
göz atalım.
2. Türk-Osmanlı
Modernleşmesi
Fatmagül
Berktay’ın belirttiği gibi (2012, s.298) “Türk modernleşmesinde, kadınlara
bir yandan Batılılaşma ve modernleşmenin taşıyıcılığı rolü verilmiş, diğer
yandan da bu rolün sınırları erkekler tarafından sıkıca çizilmiştir”. “Ev
ve Kadın”, “Dişi Kuş”, “Familia” gibi 1940’larda yayımlanan dergilerde erkek
bakış açısıyla kurgulanan ideal anne-kadın figürleri, Tanzimat
batılılaşmasından beri süregelen kadın imgesinin çelişkili durumunun devam
ettiğinin kanıtı olarak kabul edilebilir.
Yine de
bu erkek feminizmi, kadınların kendi hakları için mücadele etmelerine engel olamamıştır.
Batıyı sarsan birinci dalga feminizm, geç Osmanlı kadınlarına da ulaşmış,
vatandaşlık, boşanma, çalışma, aile içi statü gibi temel hak arayışları,
Osmanlı kadınlarını da örgütlemeyi başarmıştır.
Seçme ve
seçilme gibi vatandaşlık hakları talep edildiğinde “vatan için savaşmıyor
olmak” kadınlara yöneltilen en büyük argümandı ve hem dünyada hem de Türkiye’de
“gerekirse savaşırız”dan, “kadın barışın bekçisi olmalıdır”a kadar uzanan bir
yelpazede yanıtlandı. Suat Derviş’in bu konudaki tutumuna değinirken, dünya
feministleriyle yaptığı röportajlardan ve onların verdiği cevaplardan da
bahsedeceğiz.
Nitekim
Cumhuriyet’in Türk kadınına 1934’te, birçok Batı ülkesinden çok daha erken
kazandırdığı seçme ve seçilme hakkı, Atatürk feminizmi damgasıyla alkışlanırken,
bu hakkı elde edebilmek için mücadele veren 50-60 yıllık kadın mücadelesi,
örneğin 1923’te Nezihe Muhiddin önderliğinde kurulan Türk Kadınlar Birliği ve
ilk kadın partisi girişimi olan Kadınlar Halk Fırkası ve etrafında yürütülen
değerli çalışmalar görmezden gelinmemelidir.
Dönemin
feminist kadınları – her zaman kendilerine feminist demeseler de- Oy hakkının
yanında çok eşliliğin ilgası, boşanma hakkı, kadının eğitimi, meslek sahibi
olması, özgürlüğünü ve bağımsızlığını kazanabilmesi, sosyal ve siyasal haklara
sahip bir vatandaş olarak görülmesi ve yaşayabilmesi için faaliyetler
yürütmüşlerdi. 1926 yılında yürürlüğe giren Medeni Kanun çok eşliliği
yasaklarken, erken yaşta evlilik için de yaş sınırlaması getirdi. Kadınların
miras, mülkiyet, mahkemelerde tanıklık, kendi eşini seçme ve boşanma sonrası
velayet hakkını tanıdı.
Yine de
erkeğin evlilik birliğinin başı olması fikri ne yasalardan ne de yürürlükten
kaldırılamadı. Ceza Kanunu da erkek onurunu korumayı eşitliğin önünde tuttu. Bu
ikirciklilik, kadın özgürleşmesinin ilke olarak savunulmasından değil, başka
çıkarlara hizmet edebileceğinin anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Zira,
Cumhuriyet döneminin devlet feminizmi, demokratikleşmenin ve modernleşmenin
dolaylı bir hızlandırıcısı olarak görülürken 1937 seçimleri sonucunda meclise
girebilen kadın milletvekilleri “rejimin asrî Türk kadınına tanıdığı yüksek
mevkii simgeleştirmeye memur edilmişlerdi” (Bora, 2017, p. 759)
Yine de
Batı feminizminde olduğu gibi, “Türk feminizmi”nde de çok seslilik mevcuttu. Bu
farklılıklar hem ideal kadını yaratmaya ve dayatmaya çalışan erkek feminizminin
söylemlerinde, hem de kendi hakları için mücadele eden kadınların dillerinde
karşımıza çıkmaktadır.
“Kadın”
kelimesinin bugün bile kaba sayılması, Osmanlı döneminden miras alınan
bir alışkanlıktır. Nitekim geç Osmanlı’da feminizm tartışmalarında seslerini
duyurabilen ilk kadınlar hem zevcelik hem analık hem aşçılık hem terzilik
yapmak istemeyen ve bu işleri hizmetçilere devretmeyi tercih eden geç Osmanlı
hanımlarıydı (Bora, 2017, p. 743)İş bölümünün kendilerine düşen en önemli
kısmını, yani anneliği layığıyla yerine getirebilmek için iyi eğitim almış
olmaları gerekiyordu. Şair Nigâr Hanım’ın “hanenin müdiresi olma” isteği bu
görüşün önemli bir ifadesidir.
Bu iyi eş,
iyi anne kadın idealinin içselleştirilmesini sağlayan ahlak bekçisi erkek
bakışı, batılılaşmanın kadını özgürleştirirken fuhşa meyyal hale
getirmemesi gerektiği konusunda toplumu uyarmayı kendine görev edinmişti. Aşırı
batılılaşma hem muhafazakârlar hem de İslam’ın modernist yorumunu savunan
reformcular için zararlı olacak, özgür kadın figürünü İslam’ın kökenlerine
dönerek oluşturmayı hedefleyen erkek feministlerin yanında “İslam kadını”
üzerinde düşünen Fatma Aliye gibi önemli kadın yazarları da rahatsız edecektir.
Gerçekten de Fatma Aliye için “kadınlık mefkuresi”, İslamiyet’in kadına verdiği
hakların unutulmasından dolayı sorunlu bir hal almıştır ve “aşkını kocasına
saklamak” değerlidir. (Karaca, 2013)
İffete
atfedilen önem ve kadını evlilik ve annelik üzerinden tanımlamak, yalnızca
İslami modernleşmeyi savunanlar için geçerli değildi. Kemalist sosyalizasyon da
kadınların kendi cinselliklerini denetlemeyi öğrenmelerini, bunu yaparken
erkekleri de eğitmelerini gerektirmiştir. Bilgili ana, tutumlu ev kadını hem
çocuklarının hem de gelecek vatandaşların eğiticisi Cumhuriyet kadını kendisini
-saç toplayışından giydiği kıyafetlere kadar- öğretmen kadını figüründe
somutlar. Basitçe erkekleşmemiştir, ama maternalist, otoriter, anaç ve
koruyucudur. Bu anlamda, kamusal alanda cinsiyetsizleşmesi, alaturkalaşmadan
daha iyi bir eş ve anne, kısacası Cumhuriyet bireyi olmayı öğrenmesi
gerekmektedir.
Yurttaşlığın
ve bireyliğin annelik üzerinden tanımlanması, erken dönem cumhuriyet
feminizminin önemli bir eksenidir ve ne Türkiye’ye ne de Birinci Dalga
hareketlerine özgüdür. Antoinette Fouque ya da onun ekolünden ilerleyen Julia
Kristeva örneklerinde gördüğümüz gibi, öznelliğin oluşumunda anneliğe ilişkin
olanın anlamı ve önemi günümüz feminizminde de tartışma konusu olmaya devam
etmektedir.
Anneliğin kadınlık kavramını doğallaştırıcı
etkisi, bu kavrama patriyarkapitalizm tarafından yüklenen davranış kodlarının
da içselleştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Yüceleştirilen annelik kurumunun
propagandası, emek gücünün yeniden üretiminin kadınlar tarafından
garantilendiği hanelerin en küçük kapitalizm merkezleri haline gelmesine sebep
olmuştur. Yüceliği toplumsal olarak tescillenen bu mevkiinin ayrıcalıklarından
vazgeçmeden güçlenmeyi hedefleyen birinci dalga feministleri de çareyi
kendilerini hem iş hem ev kadını olarak ikiye çarpmakta bulmuştur.
Nezihe
Muhiddin gibi önemli bir politik figürün bile “evvela analık sonra da aile
kadını vazifeleri” demesi (Bora, 2017, p. 755),
kadınlar ve erkekler arasında farklılığa dayalı bir eşitliği
benimsediğini gösterir ki zaten Fransız pozitivizmiyle temellendirdiği
biyolojik ve fizyolojik farklar (Erkmen Güngördü, 2019, p. 1497), differentialiste
feminizmin kuramsallaştıracağı cinsiyet farkı ilkesini savunduğunu gösterir.
Nezihe
Muhiddin yalnız değildir. Geç Osmanlı-erken dönem Cumhuriyet feminizmi, hem
ideal kadının nasıl olması gerektiği konusunda listeler yayımlayan erkeklerce[1],
hem de kamusal alanda hak ettikleri yeri almak için mücadele eden kadınlarca,
annelik ve farklılıkla tanımlanmıştır. Suat Derviş de bu konuda istisna
değildir.
3. Suat
Derviş (1901-1972)
Tanınmış
bir doktor ve Paris’te eğitim görmüş bir Jön Türk olan bir baba ve birçok
yabancı dil bilen ve romancılığı hayatını çocuklarına adamak için bırakmış bir
annenin kızıdır. Çocukluğunu yalılarda geçirmiş ve evde ablası Hamiyet ile evde
özel eğitim görmüştür. 1932 yılında babasının ölümü ve çeşitli talihsizliklerle
iyice yoksullaşan aileyi geçindirme görevini üstlenmiştir. Ekonomik açıdan çok
rahat geçen bir çocukluğun ardından hayatı, mesela 1954 yılına gelindiğinde
aile dostu Nazım Hikmet’e yazdığı bir mektubunda “her ayın yarısından sonra
açız” diyecek kadar zorlaşmıştı.
Saadet
Zihni mahlasıyla henüz 18 yaşındayken yazdığı ve İleri gazetesinde
yayımlanan ilk yazısından itibaren, Suat Derviş geçimini gazetecilik ve
romancılıkla kazanır. Başlığı Anadolu Kadınlarımız olan bu ilk yazıda
kadınların sorunlarına değinmeye başlamıştır bile. Sonrasında yazdığı onlarca
romanın her biri yine kadın karakterlerin sorunlarını işler. Yine de feminizm
onun için (Nezihe Muhiddin’in aksine) siyasi bir tavır olmaktan uzaktır.
“Ümit
edelim ki, Türk kadınlığı önüne yeni yeni açılan bu meslek yollarında o yollara
girinceye kadar gösterdiği cesaret, sebat ve vakarla ilerleyecektir (…) O yolda
en kıymetli meziyetlerini, kadınlıklarını ve kadınlıklarının güzelliğini,
füsununu, şöhretini ispat etmeğe ve erkekleşmemeye gayret etmelidirler.”
Yine aynı
yazıda şunları da okuyoruz :
“(…) Ben
öyle bir cemiyet istiyordum ki, cemiyet iki kısımdan teşkil etsin ve bu
cemiyetin kadını kadın, erkeği erkek kalsın ve o cemiyetin kadını ve erkeği
müttehiden kendi yolunda cemiyete, beşeriyete ve medeniyete hizmet etsin.”
1922
yılında İkdam’da yayınlanan bu yazı, Suat Derviş’in, kadınların
gerekirse askerlik de yapabileceğini savunan Kadınlar Halk Fırkasına neden üye
olmadığını, yine Nezihe Muhiddin önderliğinde önce Kadın Yolu, sonra Türk
Kadın Yolu isimleriyle çıkan dergilere neden hiç yazı vermediğini açıklar
niteliktedir.
1935
yılında Uluslararası Kadınlar Birliği 12. Kongresini, seçme ve seçilme hakkını
elde eden kadınların ülkesinde, İstanbul’da yapma kararı aldı. Dünyanın birçok
ülkesinden feminist kadınların katıldığı kadın ve barış temalarını işleyen bu
kongrede Suat Derviş de Türk Kadınlar Birliği üyesi olarak değilse de gazeteci
olarak katıldı. Feministlere askerlik, çocuk aldırma, genç kızların
yetiştirilmesi gibi konularda sorular yöneltti.
Suat
Derviş’in askerlik ve savaş konusundaki kendi yanıtı 1936’da Cumhuriyet
gazetesinde yayınlanan “Kadın ve Harb” başlıklı yazısında şu şekilde
okunabilir:
“Ben
de kadınım. Tam manasile kadınım. Ve kadın olduğum için hayatta bir kere asker
olmak isteğini kendimde bulmadım (…) Kadının vazifesi sulhta çalışmak, eğer
elinden bir şey gelirse sulh için çalışmaktır (…) Çünkü sulhu korumak gayesile
ölmek, içtimai fonksiyonu ne olursa olsun insani hüviyeti bir anne, bir kız
kardeş, bir kız ve bir maşuka olan kadına en yakışan ölümdür” [2]
Kadınların savaşa katılmaması gerekliliği, her
şeyden önce anne, kız kardeş olmalarından ibaret gibi görünse de savaş
karşıtlığı tüm insanlığı içerecek şekildedir. Zira Mustafa Kemal’in ilkelerine
bağlı bir milliyetçi olan Nezihe Muhiddin’in aksine, Suat Derviş’in kavgası
Cumhuriyet kadınını yaratmak değil, toplumu topyekûn değiştirme yolunda bireyin
ve tabi kadının alması gereken sorumluluklar ve sahip olduğu imkanlardır. Bu
değişim ise komünizme giden yoldadır.
1936
yılında “çalışan kadınların hem cinsî hem de işçi olarak istismar edildiğini”
(Bora, 2017, p. 767) yazan Sabiha Sertel ve eşinin çıkardığı “Rusçu” Tan
gazetesinde yazmaya başlar. Bir Genç Kız Anlatıyor, İşçi Kadını
Kurtaracak Çare Nedir? gibi başlıklar taşıyan yazılarında sınıf
mücadelesini kadın sorunlarından ayrı tutmadığını gösteren yazılar kaleme alır.
1937
yılında gazeteci olarak gittiği Sovyetler Birliğinden yalnızca etkilenmiş
değil, aynı zamanda çok şey öğrenmiş olarak döner. Aynı yıl Türk edebiyatının
ilk toplumcu gerçekçi romanlarından biri olarak kabul edilen Bu Roman Olan
Şeylerin Romanıdır yayınlanır, ki zaten,
Sehriban Kaya’nın da belirttiği gibi, Suat Derviş’in
roman karakterlerini genellikle” toplumsal cinsiyet konumu
ile işgal ettikleri sınıf konumunu birleştirdiği kadın karakterler oluşturur (Kaya,
2018)”.
İkinci
Paylaşım Savaşı başladığında, Türkiye Komünist Partisi’nin paravan yayın organı
Suat Derviş ve Neriman Hikmet’in kurduğu Yeni Edebiyat dergisi olur.
SSCB’den dönüşünden beri yazdığı yazılardan dolayı kıpkızıl komünist olarak
mimlenen Suat Derviş, 1944 yılında artık iki kere ziyaret ettiği Sovyetler
Propagandası yapmaktan çekinmez ve “Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?”
başlıklı bir kitapçık kaleme alır.
1944 TKP
tutuklamaları ortamında eşi dönemin parti sekreteri Reşat Fuat Baraner’le
beraber gözaltına alınır[3].
Baraner tutuklanırken Suat Derviş Fransa’ya yerleşir. 1961’de ülkeye döndükten
sonra parti işleri yeni nesil yoldaşlarına devredilmişse de, Baraner’in
vefatından sonra bile ihtiyaç duyanları evinde saklamaya devam eder. 1970’te
yine Neriman Hikmet’le beraber Devrimci Kadınlar Derneği’ni kurmuştur.
Sonuç
Feminizm
ve Komünizm arasındaki kavga yeni değildir. Beriki ötekini sınıf mücadelesini
bölen burjuva hareketi olarak yaftalarken, öteki berikini cinsiyet körlüğüne
dayalı indirgemecilikle suçlamıştır. Yine de bu iki ideoloji kendi içlerinde
homojen değildir ve sistem analizleri ortaklaştırılabilir.
Kendisine
feminist demeyen, döneminin feminist mücadelesine aktif olarak katılmayan Suat
Derviş’in feminizmi sorgulanırken, kadınların sorunlarını söze döktüğü bunca
röportaj, gazete yazısı ve roman değildir görmezden gelinen, ideolojik çatışma
içerisinde bulunan feminizm-komünizm arasında seçtiği tarafın kıpkızıl belli
olmasındadır.
Yine de
dönemin feministleri, Suat Derviş de dahil, kadınlığı annelik üzerinden
tanımlarken aslında yeni yeni yeşermekte olan feminist bilincin eksikliğini
işaret ediyordu. Ulus-devlet modernleşmesinin sembolik aracı haline gelen
kadınlar, Kandiyoti’nin deyişiyle “kurtarılmış ama özgürleşememiş” kadınlardı.
Tüm
kadınlarla beraber toplumu da özgürleştirmeyi amaçlayan ve bu doğrultuda sınıf
mücadelesi penceresini önceleyen Suat Derviş, bu anlamda hem feminist hem de
komünisttir demek yanlış olmayacaktır.
Sonuç
olarak, Patriyarkapitalizmi daha geniş ve çok yönlü bir incelemeye tabi tutmak,
hem günümüz feminizmini kimlik aktivizmi bataklığından kurtarmak hem de
devrimci hareketi heteronormatif yaklaşımlar konusunda özeleştirisini vermeye
davet etmek açısından önem teşkil eder.
Kaynakça
Behmoaras, L. (2017). SuatDerviş, Efsane Bir
Kadın ve Dönemi . Doğan Kitap.
Bonnet,
M-J.(2018). Mon MLF, Albin Michel
Bora, T. (2017). Cereyanlar, Türkiye'de Siyasi
İdeolojiler. İletişim.
Erkmen Güngördü, S. (2019). Nezihe Muhiddin ve
Mekuresi. Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi Dergisi, 54(3), 1496-1510.
Karaca, Ş. (2013). Fatma Aliye ve Emine Semiye’nin
Kadının Toplumsal Kimliğinin Kazandırılmasında Öncü Fikirleri. The Journal
of Academic Social Science Studies, Volume 6(2), 1481-1499.
Kaya, Ş. (2018). Suat Derviş’in Romanlarında Kadın
Karakterler. Folklör/Edebiyat, 24(96).
Özdemir, E. (2016). Türkiye Feminist
Hareket/Örgütlenme Tarihi. F. Saygılıgil içinde, Toplumsal Cinsiyet
Tartışmaları (s. 291-323). dipnot.
Tuğ, B. (2016). Tarih ve Toplumsal Cinsiyet. F.
Saygılıgil içinde, Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları (s. 33-49). dipnot.
Cumhuriyet Gazetesi Arşivleri
- Dünya Feministleriyle Görüşmeler 13.04.1935 & 16.04.1935
- Dünya Kadınları Neler İstiyorlar? 22.04.1935
- Çocuk Bayramında İstanbul Sokakları 24.04.1935
- Gülmiyen Kadın 26.04.1935
- En Büyük Sevgi 10.07.1935
- Tosun 23.08.1935
- Sevgi mi İtiyat mı? 28.10.1935
- Kadın ve Harb 30.03.1936
Tan Gazetesi Arşivleri
- Odesa Yakında : Sovyetler 04.06.1937
- İstanbul, Moskova, Tahran Seyahat Notları 19.06.1937
TÜSTAV arşivi
- 1944, Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?
- Zihni Turgay Anadol, «Fransa’da yayınlanan ilk Türk romanı Ankara Mahpusu’nun
yazarı Suat Derviş ile konuşma», Gerçekler Postası, 1967, n.11&12
[1] İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun 1937 yılında
Yeni Adam dergisinde yayımlanan ve kadınların aile içindeki görev ve
sorumluluklarını listeleyen 12 maddelik yazı bu görüşün bir örneğidir.
[2]
Suat Deviş, Cumhuriyet, 30-03-1936
[3] Bir TKP toplantısında kendisini Reşat Fuat
Baraner’in eşi olarak tanıtanlara karşı hızla ayağa kalkmış ve “ Hayır, Ben
yazar Suat Derviş’im. Reşat Fuat Baraner’in eşi olmaktan da ayrıca gurur
duyarım” demiştir.