20 Ekim 2025 Pazartesi

P°36 - Kuantum Kampı (4)

Sylvia ve Bruce kendi odalarına, Ellie ve Jules de misafir odasına geçmişti. Ayça Bruce'un salondaki koltuğa serdiği tertemiz beyaz sabun kokan çarşafların içinde gecenin analizini yapıyordu. Arkadaşlarıyla birlikteyken ne kadar keyifli olduğunu tespit etmesi onu gülümsetti. Yalnız vakit geçirmekten çok hoşlanıyor olması, kendi kafasının dışına çıkabildiği dost mecralarına tezat oluşturduğu için, böyle ortamları daha da keyifli bir hale getiriyordu. Ne biri ne diğeri, hem biri hem diğeri hissinin algısal estetiği aklını kurcalayan bir düşünceye evrildi. Sosyal kaygılarını meşrulaştırmak için yalnızlığı sevdiğini iddia ediyor olabilir miydi? Öyleyse de bu meşrulaştırma stratejisi o kadar işe yaramıştı ki, kehanet kendini gerçekleştirmişti. Öte yandan başkalarının entellektüel faaliyetler olarak tanımladıkları düşünsel etkinlerden küçüklüğünden beri zevk alıyordu. Sosyal kaygısını ortaya çıkartan şey de bu faaliyetlerin genel olarak tek başına icra ediliyor olması değil miydi? Yumurta tavuk meselesi diye düşündü. Belki de sosyal kaygısı filan da yoktu zaten.

Zihni dün akşam bir arkadaş ortamında tanıştığı ve veganlık ve hayvan hakları üzerine uzun uzun konuştuğu Ç'ye gitti. Uzun zamandır bu kadar doyurucu bir diyalog yaşamadığını fark etti. Ayça yıllar önce vejeteryanlığı hayatına yerleştirmeyi denemiş, 3 yıl kadar iyi kötü başarmış, Türkiye'ye döndükten sonra ceset yemeye yeniden başlamıştı. Bu kanibal döneminde Carol Adams'ın kayıp gönderge kavramını tastamam hayatına uyarlamıştı. Kayıp gönderge, hayvan ölüsü yiyenlerin, bu pratiğin etik imleçlerinin farkında olmalarına rağmen, hazlar matrisindeki kazançlarından vazgeçmek istemediklerinde ortaya çıkan bilişsel çelişkiden kurtulmak için kendilerini aklama yöntemleriydi : tabaktaki etin aslında bir hayvan cesedi olduğu bilgisini yok saymak. 

Ayça bu bilişsel stratejinin farkındaydı ama suçluluk duygusuna alışkın ve hatta bağımlı olduğu için kayıp gördergenin kaybolamadığı zihninde bile kendini affedecek sebepler yaratabiliyordu. Vicdan yaparak, hissettiği utanç ve suçluluğun üstünü örte örte, kendisine işkence yapmaya devam edebiliyordu. Alışkın olduğu bir diğer duygunun, yetersizlik hissinin de eklenmesiyle, bırakması gerektiğini bildiği ama bırakamadığı kötü alışkanlıklarının peşinden kendini affedip duruyordu. Bu psişik mastürbasyonu devam ettirdiği sürece sıkışıp kaldığı anal dönemden de çıkamayacağını düşündü. 

"Çok sağlam irade gerekiyor be" diye düşünerek yattığı yerden huzursuzca kalktı. Balkona doğru yürürken "Katledilmek üzere doğurtulan hayvanların katledilmesi" anlamına gelen "néxtermination" kavramını düşündü. Kelimenin başındaki "né" öneki, Fransızca'da doğmak fiilinden geliyordu. Fransız radikal vegan aktivistlerinin bir araya geldiği bir oluşum olan Boucherie Abolution'un kurucularından Solveig'in ürettiği bu kavram, hızlı semirsin, üresin, süt versin ve kesilsin düşüncesiyle yapay yollarla ensemine edilen ineklerin kaderine işaret ediyordu. Düpedüz tecavüz diye düşündü Ayça, aklı tekrar Carol Adams'ın kitabına gitti. Kendi kendisine konuşurken ne ara sardığını fark etmediği sigarasına bakıp dişi bedenlerin ortak kaderi bu diye hayıflandı. 

Sigarasını yakmak için çakmağa uzanmıştı ki bırakması gereken alışkanlıklarından bir diğerini ateşlemek üzere olduğunu fark etti. Aynı bilişsel çelişki, aynı utanç ve suçluluk döngüsü, aynı yetersizlik hissi, aynı irade arayışı, yine aynalanıyordu. Sanki farklı bir zihniyete geçiş yapmak yeterli değildi, orada kalmayı, sebat etmeyi de öğrenmek gerekiyordu. Çok varoluşsal bir mesele bu aslında diye düşündü. Her seçimde kendini seçmek, kendini seçerken insanlığı, daha da ötesi varoluşu bir bütün olarak da seçtiğinin farkında olmayı gerektiriyordu. Özfarklındalığın aslında kim olduğunu keşfetme yolu değil, bundan sonra her gün olacağın insanı kendi prensiplerine, değer yargılarına göre ifa etme yolu olduğunu ayrımsadı. Kolay değildi. 

Gözleriyle yakabilirmişçesine bakakaldığı sigarasını kenara bıraktı. Bir haftalık bir deneme yapmaya karar verdi. Challenge seviyordu, yaklaşık bir hafta önce yeniden vejetaryen beslenmeye başlamıştı zaten, bir hafta da vegan ve sigarasız yaşamayı deneyecekti. Birdenbire, verdiği karara eşzamanlı ortaya çıkan kaygıyı yakaladı. Sanki zihninin içinde aynı anda konuşmaya çalışan ama yarattıkları kakafoni yüzünden hiçbirinin anlaşılmadığı sesler belirmişti. Kaygının yarattığı bedensel tepkinin ayrımına vardı : Zihni bulanmış, içi daralmış ve sanki şimdi elinden bırakmamış gibi bir sigara yakma isteği gelivermişti. Bu tepkinin iradesine değil alışkanlıklarına ait olduğunu düşündü. Savaşmanın anlamsız olduğunu defalarca deneyimlediği için bu defa kaygısını kabullenmeyi denemeye karar verdi. 

"Siz, kaygılar, bana ait değilsiniz. İsteğim ve iradem dışında belirdiniz ve ben sizi yenebilirim." 

İhtiyaçlar piramidinin üst basamaklarında bulunabildiği için ayrıcalıklı bir toplumsal statüsü olduğunun farkındaydı. Böyle bireysel düşünceleri, self-help kitaplarını, atomik değişimleri önemseyen yaklaşımları mesafeyle karşıladığı doğruydu. Yine de kendisine ve başka canlılara zarar verdiğini düşündüğü -ki veriyordu- pratikleri değiştirmeye çalışmanın neresi kötüydü? 

Yüksek sesle ve kararlı bir vurguyla "tamam" deyip ayağa kalktı. Fikir yerleşmişti, denemekten zarar gelmezdi, temiz havayı içine çekti. Canı her sigara çektiğinde temiz havanın burnundan geçip ciğerlerine doluşunun yarattığı hissi kendine hatırlatmaya karar verdi. Vegan beslenme için de hızlı ve düşük maliyetli vegan tarifler araştırmaya başlayacaktı. Türk mutfağının bu konuda çok zengin bir çeşitliliğe sahip olduğunu düşünüp rahatladı. Sadece evde yemek yapmaya biraz daha fazla zaman ayırması gerekiyordu. Mutfağa tek girişinde birden fazla tarifi birden hazırlamanın işini kolaylaştıracağını düşündü. İşe, evde hali hazırda bulunan mercimeği, nohutu, karabuğdayı haşlayıp buzdolabına koyarak başlamaya karar verdi. 

İçeri girdiğinde Sylvia'yı köşedeki tekli koltukta bacaklarını karnında toplayıp oturmuş, kendisini beklerken buldu. "Ne oldu, uyuyamadın mı?" diye sordu. 

"Senin düşüncelerin o kadar gürültülüydü ki beni de uyutmadılar yavrum", dedi Sylvia. 

"Seni uyandırdığım için üzgünüm, ama çok güzel bir karar verdim bu gece."

"Kendi duygularının sorumluluğunu üstlenmeye karar verdin sanırım."

"Beni destekler misin?" 

"Her zaman."

11 Temmuz 2025 Cuma

P°35 - Kuantum Kampı (3)

 Alkolün nöroiletkenleri üzerinde yarattığı sakinleştirici etkiye yemeklerle yükselen kan şekerinin dayattığı uyku hali eklenince masaya bir sessizlik hakim olmuştu. Bruce ateşe birkaç odun daha atmak için ayaklandı. Ev sahibi olarak misafirlerine yatma vakitlerinin geldiğini düşündürmek istemezdi. Jules Ellie'nin önündeki tabağı alıp üzerindeki kırıntı ve zeytin çekirdeklerini kendi bitmiş tabağına boşalttı. Ellie de dipleri sıyrılmış meze tabaklarını taşıması kolay olsun diye üst üste yerleştiriyordu. Sylvia ikisinin hiç konuşmadan uyum içinde hareket ediyor oluşunu şefkatle izlerken bakışlarını Ayça'ya çevirdi. Gözleri buluştuğunda sessizce biraz yürümeyi önerdi, diğerleri sofra toplama ve bulaşık yerleştirme işleriyle meşgulken nehre doğru adımlandılar. 

Bir eliyle Sylvia'nın kolunu her şeyin yolunda olduğunu hissettirmek istercesine sıvazlarken, "Konuşmak istediğin bir şey mi var?" diye sordu Ayça. 

"Senin konuşmak istediğin bir şey var bence. Az önce sergilediğin ben-her-şeyi-aştım performansına kanacağımı mı zannettin?"

"Senden bir şey saklamanın bu kadar imkansız olması beni bir yandan korkuturken bir yandan da garip bir şekilde mutlu ediyor biliyor musun Syl?"

"Elbette biliyorum, olduğun halinle bulunup sevilme isteğiyle yanıp tutuşurken, derinlerini gösterirsen sevilmeyeceğine dair duyduğun inanç öylesine köklü ki, seni asla göremeyecek insanları hayatına çekip duruyorsun ve kendi pişmanlığını yine kendin yaratıyorsun." 

"Özdeğer meselesi değil mi?" 

"Ta kendisi."

"Bu durumun farkında olmama rağmen onu değiştiremiyor oluşumun yarattığı suçluluk duygusuna nasıl bir yorum yaparsın?" 

Sylvia derin bir nefes aldı. "Aslında iki sebebi olduğuna inanıyorum. Birincisi herkesin kendisini en güzel, en çekici halleriyle sergilediği gösteri-toplumuna ait bir birey olarak bu suçluluk sana dışarıdan empoze ediliyor. Bu da üzerinde bir süperego baskısı yaratıyor, kural dışı kalan bir his söz konusu olduğu için onunla savaşmak zorunda hissediyorsun ama bu asla kazanamayacağın bir savaş; çünkü oyunun kendisi hileli." 

"Sosyal-medya baskısı meselesini anlıyorum elbette, ben de kocaman gülücüklerle poz verdiğim fotoğraflarımı paylaşıyorum, can sıkıntısından patlayıp her an bir yere saldıracak kadar gergin olduğum anları bırak göstermek, kayda almak bile aklıma gelmiyor ama oyunun kendisi hileli derken ne demek istedin?" 

"Yaşadığımız köyü fark ettiğin ilk zamanları hatırlıyor musun? Buradaki herkese, komünalist bir kimlik fikrinin etrafında dolaşırken rastlamıştın. Yazanın var ettiği ve var ederken de var olduğu çoğul bir kimliğe, failliğe inanıyordun. Bizi keşfederken kendini ve insanlığı, kendi insan olma halini de keşfettiğini düşünüyordun. Kimlik kavramını ilişkisel bir düzlemde betimlemek gerektiğine inanıyordun."

"Ve buluşmalarımız başladı, elbette hatırlıyorum." 

"O zaman özdeğersizlik hissiyle var olduğun zamanlarda bunu hisseden özne tam olarak ne ya da kim oluyor?" 

"Kim ya da ne sorusundan ziyade bu hissin yarattığı ilişkilenme alanlarına gönderme yaptığını düşünüyorum. Yazanın dışarıda kurduğu ilişkilerin içerideki ilişkilere yansımasını akla getiriyor bu da. Sence Bruce ve sen gibi ya da Ellie ve Jules gibi bir içsel figürü, sevilmek istediğim şekilde beni sevebilen ve bu hisleri paylaşabildiğim bir figürü buraya taşımanın vakti geldi mi?"

"Bingo!"

"Dışarıdaki hayatımda böyle biri olmasa bile mi?"

"Tam olarak bu yüzden. Geldiğinde onu tanıyabileceğine inanıyor musun?"

"Peki, bu konuda düşünmeliyim. İki sebepten bahsediyordun. İkincisi nedir?" 

"Suçlu hissetmekten duyduğun hazzı fark etmen gerekiyor."

"Çok ince bir yere dokunuyorsun. Oyuncu bir inkar mekanizmasının devrede olduğunun farkındayım. İd'le çok bağlantılı bir alan burası. Kör bir inkardan ziyade, hazzı durdurmak istememenin yarattığı bir bastırmayla sonuçlanıyor. Bunun farkındayım. Aslında Adlerci tarafım buradaki hazzın yer değiştirmesi için çabalıyor ama her zaman başarılı olamıyorum. Mutluluğu hak ettiğime inanmayan tarafım çok derinlerde gömülü olmalı, ama arkeoloji çalışmaları devam ediyor!" 

Sylvia ayakkabısının çözülen bağcığını bağlamak için diz çöktü. "Yazan dış dünyadaki bir tartışmasında "Babam bile beni terk etmiş, sen mi gitmeyeceksin?" diye sitem etmişti, hatırlıyor musun?" 

Ayça aniden yükselen bir duyguyu görselleştirircesine ayağa kalkan Sylvia'ya bakakaldı. "Hatırlatmış oldun."

Birkaç dakika süren sessizliğin içinde nehri dinleyerek yürümeye devam ettiler. 

"Gözlem yapalım Sylvia. Bu yaraları bu yaşa gelmeme rağmen saramamış olmamın yarattığı suçluluğu ifade etmek istiyorum şu an. Sorunun benim dışımda gelişen düzlemlerden kaynaklandığını düşünüyor olmam üzerimdeki sorumluluğu attığı için haz duyuyor olmalıyım."

"Harikasın, devam et."

"Bu sorumluluğu pasif maruziyetten çıkarıp aktif sorun çözücü bir alana taşıyabildiğim ölçüde suçluluk da azalıyor zaten. Sadece failliğin hareket alanını ve repertuvarını genişletmem gerekiyor sanırım. Bu da yine kendimi güçlü, güzel, başarılı, iyi hissettiğim, kendimi olumlayabildiğim ya da ilgimi çeken bir roman okurken, dans ederken, yeni şeyler öğrenirken ya da yazı yazarken olduğu gibi, basitçe akışta kalabildiğim zamanlardan beslenen bir genişleme."

Sylvia ellerini arkasında kavuşturmuş, çok ciddi bir mevzuyu dinleyen bir politikacı gibi kendi adımlarını izleyerek yürüyordu. "Bence geri dönme vaktimiz geldi." dedi usulca. 

Her ikisi de kendi düşüncelerini arşınlarken, arkadaşlarının yanına yollandılar. 

21 Mayıs 2025 Çarşamba

P°34 - Quantum Kampı (2)

 "Buna kesinlikle stalk denmez! Dense dense antistalk denir! Simya'dan o kadar nefret ediyor ki, günlük rutinlerini takip edip, kendi hayatını karşılaşmayacaklarından emin olduğu şekilde düzenliyor." 

"Güzel kelimeymiş, antistalk". Bruce fazla yemekten şişmiş karnını rahatlatmak için pantolonunun düğmesini açtı. 

"Nefret ettiği filan yok" dedi Ellie. "Eğer bu kadar kafasına takıyorsa hala hisleri var demektir.  Görmek ya da görmemek için, her iki halde de zihnindeki Simya nesnesine bağlılığını kamçılayacak bir çaba veriyor. Henüz hisleri tükenmemiş, kabullenemiyor olmalı." 

"Hisleri olduğunun farkında bile değil ki kabul etsin! Yıllardır Don Juancılık oynamaya o kadar alıştı ki Simya'dan ne kadar etkilendiğini kendine itiraf edemiyor." dedi Jules tabaktaki son sarmayı ağzına götürürken. "Ona laf anlatmaya çalışmaktan benim çenem yoruldu, o kendinden kaçmaktan yorulmadı."

"Amaan kendisi bilir" diye sıkıntılandı Sylvia. Peter Pan sendromlu erkeklerin dertleriyle artık uğraşmak istemiyordu. Gerçi kendi duygularının sorumluluğunu almaktan kaçıp karşılarındaki insandan vesayet bekleyen, ama bu durum egolarını incittiği için ergenlik isyanlarıyla inkar mekanizmalarını çalıştıran kadın-erkek çok insan vardı. Eliyle yüzünün önünde uçan bir sineği kovuyormuş gibi düşüncelerini uzaklaştırarak Ayça'ya döndü : "Seni biraz mesafelenmiş görüyorum bu aralar". 

Ayça'nın uzay boşluğunda asılı kalmış hissettiği birkaç salise geçti. Sohbetin böyle bir viraj almasından hoşlanmamıştı. Kendinden bahsetme isteğiyle değil, birkaç saatliğine de olsa arkadaşlarının hayatlarına karışmaya, farklılaşmaya, ortaklaşmaya, keyif almaya duyduğu ihtiyaçla gelmişti. Konuyu geçiştirmeye çalıştı.

"Yanınızdayım ya işte!"

Ellie gözlerini devirerek Ayça'ya döndü. "Kaçabilirsin ama saklanamazsın tatlım!"

Bruce rakı şişesine uzandı, boşalan bardakları doldururken "Kızlar haklı Ayça" dedi, "bu yemek masasına oturalı iki aydan uzun bir süre geçti. Birkaç kere gelip gittiğini biliyorum ama yazamadın. Her şey yolunda mı?" 

Jules yeter der gibi elini kaldırdı, duble rakı ona çok ağır geliyordu. "Üzerine gitmeyin kadının. Yazmak istediği zaman, yazabildiği zaman yazıyor zaten." 

"Tamam da bizim de bir hayatımız var canım!" diye hayıflandı Ellie. 

"Haklısınız, sizi çok boşladım, ama tüm suçu da bana yüklemeyin lütfen. Siz gelseydiniz, aklımı çalsaydınız, beni zorlasaydınız?" 

Ellie ellerini beline koyup sırtını dikleştirdi. Birazdan ayağından ev terliğini çıkartıp fırlatacakmış gibi bir hali vardı. "Anladık yazan sensin, tamam dışarıda da bir hayatın var, meşgulsun hadi o da tamam ama zihnini boşaltıp bilinç alıcılarını açık hale getirmezsen çağrılarımızı da duyamazsın." Son kelimesinden sonra derin bir nefes aldı, vermeden önce duraksadı, yüzü yumuşadı. "Seni özlediğim için çemkiriyorum, biliyorsun. Ayrıca zihnini dinlendirememenden endişeleniyorum ve bu çoğulcu tarafını unutacağını, bizden uzaklaşacağını düşünüp kaygılanıyorum".

Ayça elini karşısında oturan Ellie'ye doğru uzattı, Ellie'nin eli neredeyse otomatik bir hamleyle Ayça'nınkiyle buluştu. "Özür dilerim" dedi Ayça. "Sizi kaygılandırmak istemiyorum, uzaklaşmıyorum da, söz veriyorum. Sadece bazen hayatın akışı içinde kendime ve size dönmeyi unutuyorum. Bana bunu hatırlattığın için teşekkür ederim." 

Sylvia derinden gelen sakin ama keskin bir sesle sözü aldı. Şüphesiz ki bu gerçeğin sesiydi : "Yazan, kendi içinde kendi kendini hayal kırıklığına uğratıp, kendi pişmanlığını kendin yaratıyorsun. Neden kendini bu kadar suçluyorsun?"

Birden bire yerleşen sessizliği Jules'ün düşen çatalının sesi bozdu. Bruce sinir sisteminin refleksif olarak verdiği sıçrama tepkisini ahenkli bir harekete dönüştürüp ayağa kalktı ve eline aldığı demir çubukla ateşi eşelemeye başladı. Ellie Sylvia'ya, Sylvia Ayça'ya, Ayça da suyla karıştığında şeffaflığını yitiren rakısına bakıyordu. 

"Sylvia, burada bilinçli bir tercih yapacağım izninle. Bu soruyu duymazdan gelmek istiyorum. Açıkçası, kendi içime yıllar boyunca, ister istemez yerleştirdiğim ya da bana yerleştirilen bu mekanizmaların sebeplerini sorgulamak artık bana işlevsel gelmiyor. İnsan mutlak cevaba asla ulaşamayacağını sezdiği bir çemberde dört dönerken buluyor kendini. Neyi neden yaptığımı boşversek de beni eleştirdiğiniz bu eksikliği gidermek üzere yazmaya devam etsek?" 

Sylvia oyuncu ama ermiş bir gülümsemeyle Ayça'ya baktı. "Freud'u terk edip Adler yoluna mı girmeye karar verdin?" diye sordu.

Bruce gürleştirdiği ateşin başından dönüp yerine otururken "akademik referanslarınızı biz köylülere de açıklar mısınız lütfen?" dedi şakayla karışık bir ironiyle. 

Sylvia her zamanki yumuşacık tavrıyla Bruce'a döndü. Bilmediği konulardaki eksikliğini ifade etmekten çekinmiyor olması Bruce'un en sevdiği özelliklerindendi. "Freud kişiliğin temeline bilinçaltındaki çatışmaları yerleştirir ve kişiliğin id, ego ve süperego olmak üzere üç mekanizmadan oluştuğunu öne sürer. Hani çocuklar olur olmaz yerlerde ayaklarını yere vurarak "istiyorum" diye tepinirler ya, işte o id. İd arzular ve hemen tatmin olmak ister, ya da yakıp yıkar ama nedenini ya da nasılını sorgulamaz. Kaç yaşında olursak olalım, sebebini tam olarak açıklayamadığımız, planlamadığımız tepkiler verdiğimizde genellikle idimizi dinliyoruz." 

O sırada ağzına büyük bir baklava dilimi sıkıştırmaya çalışan Jules'ün eline hafifçe vuran Ellie "Mesela Jules tatlıyı kesmesi gerektiğini bildiği halde şu an idini dinliyor" dedi. 

Ağzındaki tatlıyla konuşmaya çalışan Jules "sen de bana süperego dayatması yapıyorsun" diye isyan etti. 

"Harikasınız" dedi Sylvia, "Süperego işte tam olarak bize dışarıdan kural koyan, ya da parmak sallayıp "onu yap, bunu yapma" diyen tarafımız. Bu kuralları zamanla bizler de içselleştiriyoruz. Örneğin çocukların cinsel hazzı keşfettikleri dönemde etraflarındaki yetişkinler "insan içinde orayla oynanmaz!" benzeri cümleler kurarlar. Bizler de bu yaşımızda bile cinselliğimizi kamusal alanlarda görünmez kılmaya çalışırız." Sylvia'nın başkalarının cümlelerini taklit ederken büründüğü karakterler, ses tonu değişimi, mimikleri masayı yeniden canlandırmıştı. 

"Hatta cinsellik konusundaki toplumsal süperego o kadar baskın ki, cinselliğimizi söylemlerimizden bile saklıyoruz." dedi Ellie. "Ahlaki normlar genellikle kulaktan kulağa ya da pratik hayatımızda karşılaştığımız ve sonuçlarını gözlemlediğimiz için içselleştirdiğimiz toplumsal kurallar, yasaklar halinde kişiye geri dönüyor. Bunlar da kişiliğimize süperego baskısı olarak yansıyorlar. Cinsellik konusunun tabu haline gelmesi de bu toplu yok saymayla alakalı olmalı."

"Bunun zararlı bir yok sayış olduğunu düşünmüyorum ben" dedi Jules. "Kimin kiminle nasıl seks yaptığı neden gündelik sohbet konusu olsun ki? Ayrıca bence cinselliği bu kadar doyurucu yapan faktörlerden birisi de mahremliği, kişiler arasında yarattığı özel alan. Tabi bir de karşı cinsin cinsel doyumunu asla tam olarak anlayamayacak olmanın gizemi. Bu kadar çıplak ama bir o kadar da örtük olması yani." 

Ayça gülümsedi. "Cinselliğin çelişkili yönünü harika ifade ettin Jules ama bende iki ön kabulüne karşı çıkma isteği oluşturdu. Birincisi, büyük C ile Cinsellikten bahsederken sadece heteroseksüel ilişkileri düşünüyor gibisin. Belirli bir grup için doğru olsa da kapsayıcı bir tanım olmadı. İkincisi de cinselliğin sadece seks yapmaktan ibaret olduğunu iddia eder gibisin, bence bu hatalı bir görüş. Audre Lorde kendi ifadesiyle siyahi lezbiyen bir feminist olarak erotizmin gündelik hayatımızı şekillendiren bir iktidar mekanizması ve aynı anda özneler için de bir güç kaynağı olduğunu söylemeye kadar vardırıyor işi." 

Bruce  "Harika fikirleriniz var gençler ama bizim konuya dönsek mi? Süperegonun işleyiş alanı cinsellikle sınırlı olmasa gerek" diye hayıflandı." 

Ayça da Jules de aynı anda teslim oluyormuş gibi ellerini kaldırdılar. Bu senkronluk komik bir görüntü yaratmıştı, Bruce da oyuna katıldı. Bir eliyle şapkasını tutarken bir eliyle de görünmez silahını suçlulara doğrultan bir kovboy filmi kahramanı gibiydi. Ciddiyetini hiç bozmadan Sylvia'ya başıyla sen devam et işareti yaptı. Birkaç saniye süren bu roleplay, ortamı bir anda hareketlendirmişti. 

Sylvia çocukların yarattıkları dünyayı gururla seyreden bir yetişkin gülümsemesiyle devam etti: "Ego da işte bu iki katmanı dengede tutmaya çalışan, dışarıya gösterdiğimiz tarafımız. Freud, kimliği oluşturan bu çatışma ortamıyla başa çıkmakta zorlanan egonun çeşitli savunma mekanizmaları aracılığıyla deneyimleri yönlendirdiğini iddia eder." 

"Bilinçaltına itmek dedikleri şey bu savunma mekanizmalarından o zaman, değil mi? " diye sordu Bruce.

"Aynen sevgilim, bilinçaltına itmeye bastırma deniyor. Ego kendisine zarar verecek utanç, suçluluk, aşağılık hissi gibi duyguları ya da yasak arzuları bilincin erişemeyeceği yerlere gömüyor, özellikle de gelişimin ilk evrelerinde, yani biz çocukken, ama bastırılan duygular, arzular bilinç farkında olmasa da davranışlarımızı ya da düşünce modellerimizi, şemalarımızı etkilemeye yetişkinken de devam ediyor." 

"Tabi egonun savunma mekanizmaları bastırmayla ve çocukluk dönemiyle sınırlı değil. İşyerinde sorun yaşayıp evde eşine ya da çocuklarına bağıran insanlar örneğin, yer değiştirme yapıyorlar; ya da sahip olduklarına inanmak istemedikleri kıskançlık gibi duyguları karşılarındakine aksettirerek "O beni kıskanıyor" gibi düşünceler geliştiriyorlar. Buna da yansıtma deniyor." dedi Ayça. 

Bruce Ayça'ya dönerek, "aslında senin bizimle konuşurken yaptığın şey de bir savunma mekanizması değil mi? Daha önce bizim evrenimiz hakkında yazarken "burası benim için bir süblimasyon alanı" yazmıştın" dedi.  

"Haklısın Bruce, burası benim için tek başıma başa çıkamadığım duygularımı edebiyat ya da daha mütevazi olmak gerekirse kelimeler aracılığıyla yücelttiğim bir alandı. Sylvia, Freud'u terk edip Adler yoluna girmeye karar verdin galiba derken buradaki değişimimden bahsediyor sanırım." diyerek Sylvia'ya döndü Ayça. 

Sylvia başını onaylar gibi salladı. "Genellikle konuşmalarımız savunma mekanizmalarının altındaki kaosu iplik iplik açma yönünde ilerliyordu. Bugün belki de ilk defa direksiyonu bilinçli bir şekilde ters yöne kırdın." 

Ayça elindeki bardağın dibinde kalmış şalgamı bardakla birlikte döndürürken sözü aldı. "Adler Freud'un sıkı takipçilerinden biriydi ama zamanla ondan uzaklaşarak pozitif psikolojinin temellerini attı. Freud'un aksine, bardağın dolu tarafını görmeyi tercih edenlerdi." 

Jules alkolle iyice gevşemiş ruh haliyle sırıttı "Polyanna terapisi! Buna varım işte!" 

"Aslında haksız sayılmazsın" dedi Sylvia. "Adler kişilerin çözülmemiş çatışmalarına, bilinçaltına itilmiş travmatik duygu ve arzularına odaklanmak yerine, güçlü yönlerine, değiştirebilecekleri alanlara, dönüşmek istedikleri hallerine vurgu yapılması gerektiğini düşünüyordu." 

Ellie, Ayça'nın artık bitmiş bardağına şalgam doldurmak için uzandı. "Kısacası, önümüze bakalım diyorsun, değil mi?" 

"Tam olarak öyle diyorum, diyerek gülümsedi Ayça. 

Bruce "Buna kadeh kaldırılır işte" diyerek rakı bardağını masanın ortasına doğru uzattı. 

"Yenilenmeye!"

14 Mart 2025 Cuma

P°33 - Quantum Kampı (1)

 Sylvia elindeki şişeleri masaya bırakırken "Biraz daha buz getirebilir misin Bruce?" diye seslendi. Sofra zengindi, zeytinyağlı fava, sarımsaklı börülce salatası, yaprak sarma, haydari, şakşuka, Girit ezmesi, sigara böreği, peynirler... Boş bir tabağın üzerindeki temiz çatalı alıp tabağın sol tarafına koydu. Rakı, şalgam, ev yapımı meyve suyu. Tastamam rakı sofrasıydı işte. 

Bruce bir elinde taşıdığı buz kovasıyla sürgülü kapıyı açtı. Misafir geldiğinde ayakkabılarıyla eve girip çıkabiliyor olduğu için çok memnundu. İçeri girerken arkaya dönük bıraktığı terliği, dışarı çıkarken giymeye çalışırken ayakları karışıyor, tek ayağıyla dengede kalmaya uğraşırken diğer ayağıyla terlikleri döndürmeye çabalıyor, her seferinde dengesini kaybediyordu. "Ellie ve Jules geldiler, soğuk baklava getirmişler." dedi ağzı kulaklarında.

"Mutluyken ne kadar da yakışıklı görünüyor" diye düşündü Sylvia. Gülümsemek insanı daha çekici kılıyordu. Deri kombinezonlar giyip sigara üstüne sigara yaktığı, melankolik şarkılar dinleyip ciddi görünmeye çalıştığı eski günleri aklından geçirdi. Karamsar bile değildi, ümitsizdi, boş vermişti. Kararmış varilin içinde yanan ateşe gözlerini dikti "her şey değişmekte" diye düşündü. 

Bruce elindeki buz poşetini masadaki buz kovasına döktü. Masa harika görünüyordu. Sylvia'nın ateşin başında düşüncelere daldığını fark edince geçen hafta topladığı ve kuruttuğu ağaç dallarına doğru ilerledi. Kırmızı karıncaların saldırısına uğramış, her tarafı o hainler tarafından ısırılmıştı. Aloeveranın yapraklarından süzdüğü merhemle resmen banyo yapmıştı. Kestiği odunlardan kalınca bir tanesini alıp ateşe attı. Hala canlı kalan karınca varsa, bu onların cehennem ateşidir diye düşündü, kendi kötücüllüğünden utandı. Suçluluk duygusuyla ateşe bir göz atarken mırıldandı : "Hava çok soğuk değil sanki". 

Ellie ve Jules üzerlerindeki montu çıkartmış, yumuşacık görünen polarlara sarınmış, masaya doğru yürüyorlardı. Ellie her zamanki mızmızlığıyla arabayla gelirken önlerine atlayıveren köpek hakkında çemkiriyordu. "Bu insanları hiç ama hiç anlamıyorum. Madem evlat ediniyorsun, onu neden sokağa salıyorsun? Başıboş gezen bu hayvanlara ne olabileceğini neden kimse düşünmüyor? Ya ona çarpsaydık? Ama Sylvia görmen lazımdı, nasıl da tatlı bir şey!" 

Jules Ellie'ye sarıldı, gizliden gizliye saçlarını kokladı. "Şimdilik istediğin kadar çemkir, birkaç duble sonrasın bize şarkı söyleyeceksin" dedi gülerek. Bu kadına aşıktı, ona, onu ilk gördüğünden beri aşıktı. Oysa böyle hislerin filmlerde olacağını düşünerek büyümüştü. İnançsızlıkla ördüğü duvarlara tonoz gibi inmişti Ellie. Sürekli iş peşinde koşmaktan bunalıp değişiklik olsun diye başladığı seramik atölyesinde tanışmışlardı. Sadece güzelliği değil, sadeliği, doğallığı, dobralığı, kendini ifade ederken seçtiği kelimelere yansıyan kıvrak zekası, sesinin tınısı, her şeyiyle tanımıştı onu. Tanımıştı, geleceğini öreceği kadını hatırlar gibi, yeniden bulur gibi tanımıştı. Sandalyesini çekti, "Leydim". 

"Asıl şarkı söyleyecek Ayça bence, nerede o sahi?" diye sordu Ellie. Sevgilisinin kibarlığı onu yatıştırıvermişti. Şanslı olduğunu biliyor, hissediyor ama kabullenemiyordu. İçten içe sorguları, kaygıları, fon müziği gibi peşini bırakmıyordu. Bu gece onları dinlememeye kararlıydı. Masa harika görünüyordu. 

Sylvia ateşin başından seslendi "Hoşgeldiniz kuzularım!" Onlara doğru yürürken ekledi, "Siz biraz gecikince Ayça ırmağa kadar indi." 

Cümlesini bitirmeden gölgesi gittikçe kısalarak onlara yaklaşan silüet belirginleşti."Selam gençler" dedi Ayça. Ateşin başındaki Bruce'la kümelendi. "Aşağısı çok soğuk, ırmağın suyu buz gibi". 

"Hadi masaya gelin, rakı da buz gibi, şimdi içiniz ısınır" diye göz kırptı Sylvia. 

15 Şubat 2025 Cumartesi

P°32 - Alice'in mektubuna cevap

Sevgili Alice, 
Mektubunu okumak beni tahmin ettiğinden daha mutlu etti. Ne kadar büyümüşsün! Olgunlaşan düşünce akışına hayran kaldığımı söylersem yağ çekiyor gibi görünmem değil mi? Ya da klasik teyze muhabbetlerine girdiğimi düşünmezsin? Seni bıraktığım yerden, vardığın noktaya kadar başından geçen ve içinden geçtiğin yolculuğa eşlik edemediğimi fark etmek beni büyük bir pişmanlık içinde bıraktı. Geç kalmış sayılmam değil mi? 

Sorduğun tüm bu soruların, hayatı kendi akışında yaşamanın önüne geçtiğini düşünüyor olmalısın. Belli ki benden yalnızca yalnız kurt genini değil, kaygı penceresini de miras edinmişsin. Sana güzellikler hediye etmek isterdim ama büyümek, bulutlara sarılı yaşamayı değil, yağmurlarda ıslanmayı ve hatta salya sümük yataklarda yatmayı gerektiriyor! Beni kaygılarına ortak ettiğin için teşekkür ederim. 

Kendine yalan söyleme konusuna gelince, bence yazmak, kendine ayna tutmaktır. Sen de kendi aynanda kendi hislerine tüm çıplaklığıyla bakabiliyor gibisin. Biraz felsefeden geçerek bunu açmaya çalışayım:  Aristoteles mantığının çelişmezlik ilkesine göre çelişen iki önerme aynı anda doğru olamaz. Gerçekten de aklımız çelişen iki düşünceyi aynı anda doğru kabul etmekte zorlanır. Örneğin, "mandalina turuncudur" ve "mandalina turuncu değildir" cümlelerinin ikisi de aynı anda doğru olamaz. Hangi önermenin doğru olduğunu anlamak için elindeki mandalinaya bakman yeterlidir. Yalnızca gerçekliğe, yani mandalinanın sahip olduğu özelliğe tekabül eden önermen doğru olacaktır. Fakat Aristoteles mantığı üzerinden çok sular aktı. Bu ilkeye karşı örnek olarak matematik dersinde gördüğünüz mutlak değer kavramını düşünebilirsin. Mutlak değer içerisindeki sayı hem eksi hem de artı olarak dışarı çıkabiliyor değil mi? Ya da karesi alınmış bir x sayısı hem pozitif hem de negatif olabiliyor. Hisler de biraz böyledir. Çelişkili olduğunu düşündüğün hisleri aynı anda barındırdığını kabullenmen gerekir. Üstelik Nadine'e küsmeyip, hele bir de ona kırıldığın noktayı ifade edip, onunla kurduğun arkadaşlığı devam ettiriyor olman, ona da, kendi hislerine de gelişme olanağı sağladığını gösteriyor, ki bu çok olgun bir tutum. 

Hayatımıza giren insanların mükemmel olduklarını hayal ederiz. Hayal etmekle kalmaz, bunu arzu ederiz. Oysa insan ilişkileri engebelidir. İnişleri ve çıkışları kabul edebilmek, pürüzlere rağmen ve onlarla birlikte yol alabilmek gerekir. Bunu yapmayı öğrenemediğimizde ya ebedi bir mağduriyet içinde sıkışmış hisseder ya da karşımızdaki insanın hayal ettiğimiz kadar mükemmel olmadığını fark ettiğimiz her noktayı değiştirmek için onun hayatına müdahale etmeye kalkışırız. Halbuki kimsenin kurtarıcısı olamayız ve kimse de kurtarılmayı beklemiyor. Bunu hak etmiyor da. Sonuçta herkes, tıpkı bizim gibi, kendi yolculuğunun yolcusu. 

İnsan olmaya dair bu çelişkiyi bu kadar erken bir yaşta keşfetmiş olmana çok sevindim. Ayrıca kendi bilişsel mekanizmalarının farkına varıyor olman, ömrünün sonuna gelmiş birçok insanın başaramadığı cinsten bir özbilince sahip olduğunu gösteriyor. Lütfen sorular sormaya ve sorgulamaya, en önemlisi de yazmaya ve kendi düşüncelerini ve hislerini keşfetmeye devam et. Keşfettiklerini benimle paylaşmaya devam edersen de beni çok mutlu edersin. 

Sana biraz kendi çelişkilerimden ve bunlar üzerinde nasıl çalıştığımdan bahsetmemi ister misin? Elbette okuyacakların bu işi başardığım anlamına gelmeyecek. Benim de senin gibi, herkes gibi, yolda olduğumu unutmanı istemem.  

Biliyorsun, doktoraya devam etme planları yapıyorum. Şehir değiştirmem gerekeceği ve bu da biraz masraflı olacağı için biraz daha para biriktirmem gerekiyor. Ayrıca üniversitede derslere devam ederken yaşamımı sürdürebilmek için bir iş bulmalıyım. Bu süreçte doktoraya kabul edilmek için geçmem gereken bilim sınavına da hazırlanmalıyım ama bunu yaparken şu an çalıştığım okuldaki işlerimi aksatmamalı, sınav dönemi yaklaşan öğrencilerimi boşlamamalıyım. Başvuru için tez önerisi yazmam gerektiğinden, bir yandan da çalışmak istediğim konuyu yeteri kadar derinleştirebilmek adına okumalar yapmalıyım. Eğer sınavı geçemezsem ya da tez önerim kabul edilmezse, burada kalmalı mıyım yoksa başvurduğum okullar arasından beni tatmin edecek bir kurumda çalışmak için yine de şehir değiştirmeli miyim? Gideceğim yerde yakın dönemlerde yaşanması beklenen büyük deprem tehlikesini göze almalı mıyım? Kalmaya karar verirsem, şu an yaşadığım küçük kentteki sınırlı iş olanaklarına alternatifler yaratabilir miyim? Gitmek için gerekli koşulları yerine getirebilirsem, gireceğim bu akademik yolculuğu göğüsleyecek yetkinliğe gerçekten sahip miyim? Yoksa arzularım kapasitemi aşıyor mu? Çok sevdiğim bu şehri terk etmeyi gerçekten istiyor muyum? Hayal ettiğim kariyer, ulaşmaya özendiğim toplumsal konumun hayali mi yoksa saf arzularımın, dileklerimin, potansiyelimin bir dışa vurumu mu? Hem gitmek hem kalmak istiyorum anlayacağın ve aynı anda değerlendirmem gereken çok fazla parametre var. Tüm bunlar beni elbette kaygılandırıyor ama yine çelişkili bir şekilde, heyecanlandırıyor da! 

Yine felsefe tarihine dönmek gerekirse, Sokrates dönemlerinde yaşayan ve septikler olarak adlandırdığımız bir grup insan geçmiş bu dünyadan. Bunun gibi kaygı uyandıran soruları "paranteze almayı", yani kutulayıp bir kenara kaldırmayı salık veriyorlar. Bu paranteze alma işlemi aracılığıyla ataraxia'ya, yani ruhsal dinginliğe ulaşılabileceğini iddia ediyorlar. Biraz karikatürize edecek olursak, doğru bilgiye nasıl ulaşılır sorusuna "amaan boşver" yanıtını veriyorlar! Karar vermenin sorumluluğundan kaçtıklarını düşünüyor olabilirsin ama bence hiç de hafife alınacak bir öneride bulunmuyorlar. Neticesinde, henüz karar vermek için zamanım var ve seçeneklerimi değerlendirmemde hiçbir sakınca yok. 

Kendi yetkinliğimi sorguladığım noktaya gelince, neden yapamayayım ki? Daha da önemlisi, yapamazsam ne olur ki? Kişiliğimiz, başarılarımız kadar başarısızlıklarımızla da örülü değil mi? Hatta belki de söz konusu olan şey "başarı" bile değildir, tatmindir, huzurdur, kendini gerçekleştirmektir, aynı yöne baktığın insanlarla muhabbet etmek, düşen birini ellerinden tutup kaldırmak, bir sokak köpeğinin başını okşamaktır.

Canım Alice, 
Çok kısacası, hayat kendisini yaşatarak ifade ediyor. 

Bugün 14 Şubat. Bunun gibi günlerin "hediye" başlığı altında tüketim katalizörü olduğunu sen de söylüyordun. Yine de umarım kalbini yumuşatan biriyle de yürüyüşlere çıkabiliyor, uzun sohbetler edebiliyor, bir sokak kaldırımından başını uzatmış papatyayı ona da göstermek istiyor, ondan gelen özenli sözcüklere şükran duyabiliyorsundur. Bu hissi iliklerine kadar yaşamanı çok isterim. 

Bir sonraki mektubuna kadar kendine çok iyi bak. 
Seni çok seviyorum ve sıkıca sarılıyorum.

13 Şubat 2025 Perşembe

P°31 - Alice'in mektubu

Sevgili Ayça teyze, 
yaza yaza yaz geldi
çarşıya kiraz geldi
...
Şaka şaka! Maniler yazacak yaşı geçtim artık. Zaten onlar senin küçüklüğünde meşhurmuş, bizim kuşak öyle şeylerle ilgilenmiyor. Aslına bakarsan yazıyla ilgilendikleri de söylenemez. Genellikle sosyal medya aracılığıyla, photoshopladıkları fotoğraflar üzerinden "sohbet" ediyorlar. Duygularını ifade etmek için de emojiler kullanıyorlar. Bir şeyler yazmaları gerektiğinde yapay zekaya yazdırıyorlar ya da bir şekilde kaçmayı, yazmamayı başarıyorlar. Dolayısıyla iyi anlaşabildiğim arkadaşlarla çevrili olduğumu söyleyemeyeceğim, bunu okumak seni mutlu edecekse de sana asla yalan söylemeyeceğime söz vermiştim. Bu sözü verirken belki çok daha küçüktüm ama eski sitedeki havuzun, etrafı mermerle kaplı şezlong alanında paten kaydıktan sonra oturup, yanımızda getirdiğimiz sandviçleri yerken yaptığımız o konuşmayı çok iyi hatırlıyorum. Merak etme! 

Sana yalan söylemeyeceğime söz verdim, ve bu sözü tutacağım ama insan kendisine söylediği yalanların farkına nasıl varabilir? Buna bir cevabın olabileceğini umut ediyorum. Eğer karşılıklı konuşuyor olsaydık, "Bu soruyu biraz daha açabilir misin?" diye soracağını hayal edebiliyorum. Aslında bu soruyu kendime sormamı sağlayan olayı sana anlatırsam, her şey biraz daha anlamlı hale gelebilir.

Bu dönem okulda diğerlerinden daha fazla yakınlaştığım bir arkadaş edindim. Biliyorsun, senin yalnız kurt genlerinden bende de mevcut ve en yakın arkadaşım Helene ailesiyle birlikte başka bir şehre taşındığı için okulda samimi ilişki kurabildiğim pek insan kalmadı. Nadine'le de son aylarda yakınlaştık, eğlenceli, sohbeti keyifli biri, o da delinin teki. Onun tabi başka arkadaşları da var, benim pek yakınlık kuramadığım insanlar onlar. Belki biriyle sohbet edebiliyorum, o da Nadine'in kopyası gibi. Bazı zamanlar bana kendimi "üçüncü" gibi hissettiriyorlar anlayacağın ama çok sorun değil, her zaman herkesle can ciğer olunamayacağının ve Helene gibi dostların insanın karşısına nadir çıktığının farkındayım. 

Geçtiğimiz hafta bir akşam Nadine bana mesaj gönderdi, diğer sınıftan iki arkadaşıyla ormanda yürüyüşe çıkacaklarmış. Beni de çağırıyordu ama ben mesajına dört dakika sonra cevap verdiğimde çoktan evden çıkmış bile. İnterneti kapalı olduğu için benim cevabımı görmemiş. Cevap verip vermeyeceğimi beklememiş bile. Buna anlam veremiyorum. Mesajımı yürüyüşten döndükten sonra gördüğünü söyledi ve neden aramadığımı sordu. Tabi ki sitem ettim ona, gerçekten gelmemi isteseydi beni bekler, evden çıkıyorsa internetinin kapanacağını bildiği için arar ya da diğerlerine benim de gelme ihtimalim olduğunu söyler, telefon numaram onlarda da olduğu için bana onların mesaj göndermesini talep edebilirdi. Değil mi? 

Eminim şimdi de bu yaşadıklarımın bana nasıl hissettirdiğini sormak istemişsindir. 

Elbette samimiyetini sorguladım, bu da güvensiz ve hatta değersiz hissetmeme sebep oldu. Öylesine, görev niyetine, hoşluk olsun diye çağırıldığıma ama aslında zaman geçirmeye değer biri olmadığıma, varlığımın da yokluğumun da pek önemsenmediğine, yapılan planların akışı içindeki yerimin "olsa da olur olmasa da" kadar önemli olduğuna inandırdı beni. 

Öte yandan, böyle küçük şeylere pek de kafamı takmamam gerektiğini, hayatın akışı içinde bazı şeylerin ve insanların başka bazı şeylerden ve insanlardan daha fazla gündem yarattığını, bunun benim öz değerimle ilgili olmadığını, Nadine'in "en yakın arkadaşı" olmamanın ya da herhangi biri için "vazgeçilmez", "önemli" olma ihtiyacımın aslında kendi kökenlerime dair bir sorgulamadan çıktığını ve onlarla ormana gitmenin ya da gitmemenin benim için hayati önemde olmadığını da düşünüyorum. 

Sana sorduğum ilk soru burada devreye giriyor aslında. Bu düşüncelerden hangisi benim samimi düşüncelerim? Kendi kendime yalan mı söylüyorum? 

Değerli hissetmek istediğim için Helene kadar yakın hissetmediğimi açıkça ifade edebildiğim ve neredeyse yeni tanıştığım bir arkadaşıma beni planının merkezine almadığı için sitem ederken aslında soyut birisinden mi sevgi talep ediyorum? Bu talep aslında Nadine'e değil, "bana kendimi değerli hissettirebilecek herhangi bir insana" yöneldiği için soyut bir insan nesnesinden kanlı canlı Nadine'e akarken aslında ona ve kendime yalan söylemiş mi oluyorum ? 

Yoksa gerçekten yakınlaşmaya başladığım bir insanın bana kendimi değersiz hissettirecek davranışına karşı haklı bir sitem geliştirip bu kırgınlığımı görmezden gelebilmek için, sorunun kökenini Nadine'in somut davranışından çekip kendi iç sorgulamalarıma yönelterek ve yani bir nevi kendimi suçlayarak (ki bu da benim temel başa çıkma mekanizmalarımdan biri, artık bunun farkındayım) ya da hislerimi önemsizleştirerek, aslında kendime mi yalan söylüyorum? 

Her iki seçenekte de kendime yalan söylediğim sonucuna ulaşıyorum gördüğün gibi, ama bu sonuçlara ancak günlüğüme yazarak ulaşabildim. Yani yaşarken bu hislerimin pek de farkında değildim. Üstelik hangisinin gerçek olduğu konusunda hala emin olamıyorum. Acaba fazla mı düşünüyorum? 

Birkaç yıl önce, felsefe dersleri vermeye başlayacağın sene, sana felsefenin ne olduğunu sormuştum. 
Bana filozof Sokrates'in "Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez" sözü üzerinden başlayan bir ders vermiştin. O zaman bu cümleyi tam olarak anlayamamıştım. "Hayatından memnun insan intihar mı etsin yani? Ne kadar saçma!" gibi bir cümle kurduğumu hatırlıyorum. O zamandan beri çok fazla soru sormuş olmalıyım, şimdi de sorgulamadan duramıyorum. Biraz fazla mı sorguluyorum? 

Senin mutlaka mantıklı cevapların vardır, lütfen bana en kısa sürede cevap gönder.
Elly de, Jules de, ben de sana sıkıca sarılıyoruz. 

Sylvia teyzemden not : "Önümüzdeki hafta sonu quantum kampına gidiyoruz. Büyük buluşmalardan biri olacak.Yemekler Elly ve Bruce'tan, şaraplar Jules'den, ateşlik odun ve çalıları şimdiden stokladık. Çadırını kapıp geliyorsun." 

9 Şubat 2025 Pazar

P°30

- Sylvia, buralarda mısın?
- O, Ayça Sultan! Sen hayatta mısın? 
- Sultan neymiş ayol? 
- İçten içe hoşlandığın bir sıfat bu, neden şaşırdın ki? 
- Senden duymak garipsetti sanırım.
- Sorun kelimede değil bence. Sultan sözcüğünü benimle kurduğun ilişkiye yerleştirmediğin için garipsemiş olmalısın. 
- Kimse bana sultan demezdi ki sende duymak garip gelsin.
- Hayal kurmayı öğrenmeye başladığını zannediyordum.
- Bu ince zekanı çok özlemişim.
- Epey uzun zaman oldu. 
- Haklısın, nasılsın? 
- Bizden yana her şey yolunda. Bruce araba tamirciliğine başladı, yola çıkmaktan korktuğu için gitmek isteyen insanlara destek olduğunu hissettiriyormuş. 
- Kendi sorunsallarını böyle dışsallaştırabilmesine gerçekten hayranım ama ben seni sormuştum. 
- Ben de iyiyim, zürafalarla ilgili bir çocuk kitabı yazmanın peşindeyim. 
- Harikasın! Ben de tam bu konuda konuşmak istiyordum. 
- Zürafalardan mı? 
- Hayır yazmaktan. 
- Yazıyorsun ya işte. 
- Hayır öyle değil. Yazan değil, yazar olmak istiyorum. Bir köprüye ihtiyacım var sanırım. 
- Çok güzel şiirlerin var, şiir yazınında ortalamanın üstünde yazabildiğini sen de kabul ediyorsun. 
- Artık evet, hatta birkaç yere birkaç şiirimi gönderdim. Bir dergiye ve bir de şiir yarışmasına. Ümidim var mı yok mu bilmiyorum. Başarısızlıktan korkan tarafım beni hep engelliyordu, şimdi de yine aynı korkak taraf "sen iyisi mi gönderdiğini unut, olursa ne ala!" diyor. 
- Bu harika bir haber! Lisede aldığın ödülü ve şiirlerini yayımladığın dergileri hatırlattın bana. Benzer bir heyecanda mısın?
- O dönemki hislerimi hatırlamıyorum bile, ama ödül aldığımda çok sevinmiştim gerçekten. Dopamin kaynağı! Neden yayımlamaya devam etmedim acaba? 
- Aşırı uç deneyim arayışların yüzünden girdiğin yolda ilerleyemiyordun ki. 
- Haklısın, yine yazabilmek istiyorum. 
- Şiir yazmaya devam ediyorsun zaten. Yazdıklarından tatmin olmuyor musun? Bir dış gözün onayına mı ihtiyaç duyuyorsun? 
- Tabi ki o da var, ama şiir dışında yazabilmek de istiyorum artık. 
- Şiir senin için bir süblimasyon alanı değil mi ? 
- Kesinlikle. Sözcüklerle oyun oynamak gibi geliyor şiir ama ben büyümek istiyorum. 
- Bunu biraz açmalısın. 
- Uzun soluklu bir şeyler yazmak istiyorum. Karakterlerim ilişkilerini sayfalarca, bölümlerce devam ettirebilsin istiyorum, zaman ve mekan önemli olsun, dostluklar kurulsun, maceralar yaşansın, duygular paylaşılsın, hayat bir kurgu içerisinde aksın istiyorum. 
- Başladığın yolda yürüyebilmek istiyorsun yani. Yürüyüşe çıkıyor musun? 
- Havalar çok soğuk olduğu için pek yürüdüğüm söylenemez, kış mevsimini gerçekten hiç sevmiyorum. 
- Yürümemek için yine bir bahanen var yani?
- Psikanaliz yeteneklerin bugün de bir harika.  
- Eminim mükemmeliyetçi analitik tarafın sana bir ton soru da üretiyordur şimdi.
- Evet! Bir plan yapmalı mıyım? Sinopsis yazmalı mıyım? Hangi zaman kipinde yazmalıyım? Olaylar nerede ve ne zaman geçmeli? Kaç karakter olmalı? Öykü kimin ağzından anlatılmalı? Olay mı, durum mu? Betimlemeler mi bol olmalı, ruhsal tahliller mi? Polisiye mi yazmalıyım, aşk romanı mı? Bir mantar pano alıp....
- Yazan! Öncelikle uzun yürüyüşlere çıkmalısın. Sorularını da bahanelerini de derleyip toplayıp yürüyüş ayakkabın topuğuna vurmasın diye yara bandı niyetine kullanabilirsin. 
- Hiç yardımcı olmuyorsun. 
- Şu an fark edebildiğinden daha fazla yardımcı oluyorum.
- Peki, yarın benimle yürümek ister misin? 
- Bu yalnız yürüyeceğin bir yol, zaten benim de Alice'le ilgilenmem gerekiyor. Onu postaneye götüreceğime söz verdim. Sana bir mektup yazmış, onu göndereceğiz. Dönüşte de kitapçıya uğrayıp Haytek'i alacağız, meraktan çatladı. 
- Mektup mu gönderecek? Neredeyse 8 yıl oldu değil mi? 2017'deki Fransızca P.n20'de söz istemişti. Sence onu çok mu boşladım? 
- Kendi çocukluğunu ne kadar kaybettiysen o kadar... Her şey yolunda merak etme. Mektubunu okursun zaten. Seneye liseye başlayacak, asinin biri oldu.
- Merakla bekliyorum... Yürürken dinlemem için önerdiğin birkaç şarkı var mı? 
- Scriabin'e ne dersin? 
- İsminin Latince kökeni yazma ve boğazını temizleme fiillerine gönderme yapıyormuş, Nietzsche ve Bergson okuyan delinin teki bir Rus besteciymiş. Yine tam puanı hak ettin Sylvia! 
- Ben gittim. Kendine iyi davran. Kıps.